DOĞMAMIŞ
ÇOCUĞA MEKTUP
....
Örnekse, işte şu minicik tatlı patikler.
Benim için dünya tatlısı şeyler, ama ya senin için?
İlk giydirdiğimde bar bar bağıracak, tekmeler atacaksın. Sıkılacaksın
ayakkabı giymekten hiç kuşkum yok. Ama ben hiç aldırmadan gene de
giydireceğim, hatta yoksa üşütürsün diyeceğim ve zamanla alışacaksın.
Boyun eğecek, evcilleşeceksin, öyle ki gün gelecek ayağın çıplak olduğundan
canın acıyacak. Ve bu upuzun bir kölelik zincirinin başlangıcı olacak.
İlk halka her zaman için ben olacağım, çünkü bensiz yapamayacaksın.
Seni doyuran, örten, koruyan, yıkayan, kollarında taşıyan ben. Derken,
daha sonra kendi kendine yürümeye, kendi kendine yemek yemeye, nereye
gideceğine, ne zaman yıkanacağına kendi kendine karar vermeye başlayacaksın.
Ama bu kez de başka başka başka biçimlerde çıkacak karşına kölelik.
Benim yönergelerim. Benim doğru bulduklarım. Ve senin, dediklerimin
karşıtını yaparsan beni inciteceğin konusundaki korkun.
Seni bir kuş misali kendi başına uçmaya bırakıncaya değin çok zaman
geçecek sence elbet.
Oysa kuşlar uçmayı öğrenen yavrularını hemen salıverirler yuvadan.
Neyse, günün birinde o gün gelecek ve ben seni salıvereceğim, yeşil
ve kırmızı ışıklara bakarak caddeyi kendi kendine geçmene izin vereceğim.
İteleyeceğim seni. Ama bu senin özgürlüğünü arttırmaya yaramayacak
çünkü duygusal kölelikle, pişmanlık köleliğiyle bağlı kalacaksın bana.
Kimileri buna aile köleliği diyorlar.
Aile kavramına inanmıyorum ben.
Aile, kişileri daha iyi denetlemek, onların kurallara, efsanelere
bağlılıklarını daha iyi sömürmek için, bu dünyayı kim örgütlemişse
onun tarafından uydurulmuş bir yalan.
Yalnız olduğumuzda daha kolay başkaldırırız, başkalarıyla birlikteysek
daha kolay uzlaşırız düzenle.
Başkaldırıyı göze alamayan bir dizgenin borazanından başka bir şey
değil aile, ve kutsallığı palavranın büyüğü.
Aynı adı taşımaya, aynı çatı altında yaşamaya zorunlu kılınmış, çoğu
kez birbirlerinden nefret eden bir kadın, erkek ve çocuklar kümesi
hepsi hepsi. Ama gene de pişmanlık var, ağlar var, en korkunç fırtına
karşısında bile eğilmeyen ağaçlar gibi içimize kök salmış, açlık ve
susuzluk kadar kaçınılmaz bir şeyler...
Tüm iradenle, mantığınla ne denli savaşırsan savaş bunlardan kurtulamazsın.
Onları unuttuğunu bile sanabilirsin, ne ki günün birinde yeniden çıkarlar
karşına, acımasızca, karşı koyamayacağın biçimde, ve herhangi bir
celladınkinden daha sıkı bir yağlı ip geçirirler boynuna. Ve seni
boğarlar.
Bu köleliğin yanı sıra, başkalarınca, yani karınca yuvasında yaşayan
binlerce ve binlerce kişi tarafından omuzlarına yüklenecek bir kölelik
daha var.
Onların yasaları, onların alışkanlıkları. Onların alışkanlıklarını
incelemek, onların yasalarına saygı göstermek ne boğucu, ne bunaltıcıdır
bilemezsin. Şunu yapma, bunu yapma, ille de şunu yap, bir de bunu
yap...
Ve bütün bunlara özgürlük konusunda az çok fikri olanlar arasındaysan
gene de katlanılabilirse de, sana özgürlüğü düşleme lüksünü bile çok
gören küstahlar arasına düştüğünde cehennem azabı çekersin.
Küstahların yasalarının bir tek iyi yanı var: Savaşarak, ölerek karşı
gelebilirsin onlara.
İyi insanların yasalarından ise kurtulmanın yolu yok, çünkü onlarınkini
benimsemenin soylu bir davranış olacağı öğretilecek sana.
Hangi düzende hangi dizgede yaşarsan yaşa, hiçbir zaman kurtulamayacağın
bir yasa var: Her zaman en güçlü olan, en kıyıcı olan, en az cömert
kazanır!
Kaçınamayacağın bir başka yasa da yemek için paraya, uyumak için paraya,
bir çift ayakkabı giyebilmek için paraya, kışın ısınmak için paraya
gereksinmen olacağı ve bu parayı kazanmak için çalışmak zorunda olduğun.
Çalışmanın gerekliliğinden, çalışmanın yaşam sevinci verdiğinden,
çalışmanın onurundan çok söz açacaklar sana.
İnanma. O da yalan.
Bu dünyayı kim düzenlemişse onun işlerini kolaylaştırmak için uydurulmuş
bir yalan.
Çalışma bir tür şantajdır; yaptığın işi sevsen bile.
Her zaman başkaları için çalışırsın, hiçbir zaman kendin için değil.
Her zaman çaba harcayarak çalışırsın, hiçbir zaman sevinçle değil.
Ve hiçbir zaman istediğin zaman istediğin zaman değil.
Hiç kimseye bağımlı değilsen bile, salt kendi bir karış toprağını
işliyorsan bile, güneşin, yağmurun, mevsimlerin buyruğuna uyarak çapa
sallamak zorundasın.
Kimseye boyun eğmek durumunda olmayıp, kendi işini özgürce, kendi
bildiğin gibi yürütebiliyor olsan bile, gene de başkalarının isteklerine
uymak, boyunduruğa girmek zorundasın.
Belki çok eski bir geçmişte, anısı bile kalmayacak kadar eski bir
geçmişte, anısı bile kalmayacak kadar eski bir geçmişte dünya böyle
değildi.
Çalışmak bir şölen bir sevinçti belki. Ama o zamanlar dünyada çok
az insan vardı ve kimse onlarla uğraşmıyordu. Sen, adına İsa dedikleri
bir adamın doğuşundan tam bin dokuz yüz yetmiş altı yıl sonra geleceksin
dünyaya. İsa ise ilk insandan (onun adı bile yok) yüz binlerce yıl
sonra doğmuş.
Ve işte o gün bugündür işler kötülemiş, kötülemiş, demin sana anlattığım
duruma gelmiş. Geçenlerde yapılan bir istatistiğe bakılırsa dünya
yüzünde dört milyar kişi olmuşuz bile.
Bu yığına katılacaksın. Sonra da eskiyi düşünüp, ılık suyun içinde
yüzdüğün o yalnızlık günlerini özleyeceksin çocuk!